Örgütlenme Anlayışımız
Yaşadığımız sorunlar karşısında denizcilik sektörünün emekçileri olarak bizlerin yaptığı tek şey vardır; bol bol sızlanıp ağlamak ve olup biteni seyretmek. Hepimiz sürekli olarak içinde bulunduğumuz durumdan şikâyetçiyiz. Herkes birbirine dert yanıyor ve bizleri bu duruma getirenlere bol bol küfredip duruyoruz, ama iş örgütlenmeye gelince yan çiziyoruz.
Bizlere örgütlenmeyi ve böylece bir güç olmayı sağlık verenlere, verecek daima hazır bir cevabımız mevcut;
“Şimdiye kadar pek çok denizci uğraştı da ne oldu, sonuçta hepsinin çabaları boşa gitmedi mi? Ortada bir sürü dernek ve hatta sendika var, onlar bile bir şey yapamıyorken biz ne yapabiliriz? Ayrıca örgütlenmek kolay iş değildir, bizler iki kişi bile yan yana gelemiyoruz; sabır, cesaret, enerji ve para isteyen bir iş olan örgütlenmeyi nasıl başaracağız? Armatörler sonra bizim canımıza okumazlar mı? İşsiz kalırsak ve fişlenirsek ne yaparız?”
Gemide veya işyerinizde örgütlenme konusunu açtığınızda bu ve benzeri pek çok soruyla rahatlıkla karşılaşabilirsiniz. Bunların hepsi doğru ve yerinde sorulardır. Bu soruların, daha doğrusu korkuların kafamızda uyanmasının da son derece geçerli sebepleri vardır. Çünkü bu korkular uzun yılların ve acı tecrübelerin sonucunda beynimize kazınmıştır, unutmak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Hiçbirimiz elimizi taşın altına sokmaya cesaret edemediğimizden ve birilerinin gelip bizi kurtarmasını beklediğimizden, artık örgütlenmenin mümkün olabileceğine dair inancımızı da kaybetmiş durumdayız.
Bu inanç kaybının en temel sebeplerinden biri de uzun yıllar boyunca, başarılı ve ön açıcı bir örgütlenmenin, mücadelenin kotarılamamış oluşudur. Oysa örgütlenmek zorunlu olduğu kadar mümkündür de… Denizcilerin örgütlenmesine dair olumlu örnekler, Türkiye’de pek fazla olmasa da dünyanın farklı yerlerinde fazlasıyla mevcuttur. Sorun, örgütlenmenin imkânsızlığı değil, doğru bir perspektifle, yanlışlarımızdan dersler çıkartmak ve denemekten korkmadan işe koyulmaktır. Başarmak için neyi, nasıl yapmamız gerektiği sorusunun cevabı epeyce uzundur ve sadece anlatılarak öğrenilecek bir konu değildir. Ancak bu konuları enine boyuna tartışmaya o kadar çok ihtiyacımız var ki, bir yerden başlamak kaçınılmazdır. İşe kafamızı kurcalayan birinci soruyla başlayalım, nasıl bir örgütlenme anlayışına sahip olmalıyız?
Birincisi, armatörlerin veya onların temsilcilerinin çıkarlarını değil, deniz emekçilerinin çıkarlarını savunan bir yapıya ve anlayışa sahip olmalıyız. Denizcilik camiasının içerisinde yer alan ve denizcilerin çıkarlarını savunduğunu iddia eden pek çok dernek, vakıf ve örgütlülük hâlihazırda mevcuttur. Niyetimiz bunları karalamak olmasa da, birçoğunun asıl fonksiyonunun yöneticilerine veya belirli dar gruplara fayda sağlamakla sınırlı olduğunu kabul etmek zorundayız. Dernekçilik, yöneticilerine veya bunların yakınlarına yeni iş imkânları sağlamanın yahut kamu yararına iş yapar görünerek devlet bürokrasisiyle bir takım bağlantılar kurup “yolunu bulmanın” aracı olmamalıdır. Deniz çalışanlarının yerine armatörlerin sorunlarını dile getiren, onların kârlarını artırmanın yollarını araştıran ve tartışan “think-thank” kulüplerine dönüşmemelidir.
Ne var ki, eğer bizler kendi sorunlarımıza sahip çıkmaz ve kendi bakış açımızı geliştiremezsek başka bir ihtimal de yoktur. Sorunlarımızın ne olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz, fakat çözümleri üzerine kafa patlatma zahmetine katlanamıyoruz. Birilerinin bizim yerimize düşünmesi ve bize ne yapacağımızı söylemesi daha kolayımıza geliyor. Kuşkusuz örgütlenme konusunda tecrübe ve fikir sahibi olanların önerilerine ve yol göstericiliğine ihtiyacımız vardır, ancak bu bizi düşünmeye başlamaktan alıkoymamalıdır. Düşünce tembelliğinden kurtulup bol bol kafa patlatmak zorundayız. İçinde bulunduğumuz sektörün genel durumu hakkında, deniz çalışanlarının durumu hakkında, sorunlarımız ve çözüm yolları hakkında önce bilgi sahibi olmalı, sonra da fikir üretmeye çalışmalıyız. Bunu yapmaya başladığımız ölçüde, çevremizdeki insanları da bu yola teşvik etmeye çalışmalı, içinde bulunduğumuz gerçekliği kavramaya çaba göstermeliyiz.
Çıkarlarımızın nerede yattığını kavrayabilmemiz konusunda, doğru bakış açısına sahip olmanın vazgeçilmez bir rolü vardır. Doğru bakış açısı da doğru yöne bakmakla sağlanabilir. Öncelikle kendi çıkarlarımız ile armatörlerin ve onların temsilcilerinin çıkarlarının farklılığını anlamalıyız. Günde 10 saat ambarda veya makine dairesinde çalışan bir gemiadamı ile o geminin sahibi olan armatörün sorunları ve ihtiyaçları aynı olamaz. Gemiadamının derdi biraz daha az çalışmak ve böylece kendine az da olsa zaman ayırabilmek, dinlenebilmek iken, armatörün derdi aynı gemiadamını daha fazla çalıştırıp personel sayısını azaltmak ve böylece kârını artırabilmektir. Yani koyun can derdinde, kasap et derdindedir. Örnekler çoğaltılabilir, ama sonuçta ortaya çıkan tablodan anlaşılacağı üzere dertler ve çözüm yolları tamamen farklıdır. Olaylara ve sorunlara armatörün gözünden değil kendi gözümüzden bakmalıyız. Yanlış gözlük takarsanız dünyayı olduğundan daha bulanık görür, gerçekleri kavrayamazsınız.
Sorunlarımızı denizcilik camiasının gündemine sokmak konusunda da kararlı olmalıyız. Ne meclise verilen yasa tasarılarında ne de hiçbirine katılmadığımız sayısız panel ve toplantıda deniz emekçilerinin sorunlarına değinilmemektedir. Bizler, bu camianın gündemine kendi ihtiyaçlarımızı sokmanın yollarını bulabilmeli ve bir taraf olarak sahnede yerimizi aldığımızı göstermeliyiz. Söz konusu olan deniz emekçileri ise, bizim de bir çift lafımızın olduğunu herkes bilmelidir. Söyleyecek sözümüz yoksa başkalarının kendi çıkarları lehine ortaya koyduğu fikirleri kabul etmekten başka çaremiz yoktur.
Örneğin en son yürürlüğe giren “Gemiadamları Yönetmeliği” ile birlikte, binlerce gemiadamı mağdur duruma düşmesine rağmen, bizlerin çıkarlarını savunacak hiçbir merci bu toplantılarda yer almamıştır. Sanki bu tür konular bizi ilgilendirmiyormuş gibi sessizliğimizi koruduk. Armatörlerden, Deniz Ticaret Odası’ndan veya bazı mesleki kuruluşlardan medet umduk. Peki, sonuç ne oldu? Haklarımızın biraz daha budanması ve çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi. Ağlamayana emzik vermezler. Sesimizi duyurmak ve haklarımıza sahip çıkmak zorundayız.
Tüm bunların yanında, doğru fikirlere sahip olmak da tek başına yeterli değildir. Bu örgütlülüğün gerçekten deniz emekçilerinin çıkarlarını savunabilir hâle gelmesi için kimlerden oluştuğunun ve sırtını nereye dayadığının da hayati derecede önemi vardır. Örgütlenme anlayışımızın ikinci dayanak noktası da budur.
Örgütlülüğümüz, deniz emekçilerinin kendi öz gücüne dayanan ve onlardan oluşan bir yapıya sahip olmalıdır. Örneğin, mevcut dernek veya örgütlülüklerin sayısı neredeyse yüzlere ulaşmışsa da, kapsadığı denizci sayısı son derece azdır. Ülkemizde aktif olarak çalışan gemiadamı sayısının 50 bin civarında olduğu ve mevcut yapıların bu sayının %10’undan azını kapsadığı düşünülürse, durumun vahameti daha iyi anlaşılabilir. Kuşkusuz en iyi durumlarda bile bu oranın –diğer ülkelerdeki istatistikler de incelendiğinde- %40’ı geçtiği pek görülmemiştir. Ayrıca denizcilik sektörünün kendi özgüllüğünden kaynaklı handikapların olduğu da aşikârdır, hatta denilebilir ki üye sayısı, temsiliyeti göstermesi bakımından tek kıstas değildir. Yine de örgütlenme oranının düşüklüğü (%4 civarındadır) ve mevcut yapıların üye sayısının azlığı bize şunu ifade eder, deniz çalışanlarında örgütlenme bilinci son derece zayıftır.
Üye sayısı bir yana, eğer bir örgüt gücünü temsil ettiği insanlardan almıyorsa onların çıkarlarını savunması da mümkün değildir. Armatörlerce veya devlet tarafından finanse edilen, fakat deniz çalışanlarının haklarını savunan bir dernek veya sendika düşünebilir misiniz? Örgütün gücü üyelerinin ona sahip çıkmasıyla, onun ortaya koyduğu politika ve eylemlerin arkasında durup uygulamasıyla, maddi açıdan desteklemesiyle ölçülür.
Öncelikle kendimiz örgütlenmeli, sonra da yanımızdakini örgütlemeliyiz. Bu sanıldığı kadar zor bir iş değildir. Zorlukları vardır, ama bunlar aşamayacağımız engeller değildirler. Her ne kadar hazır reçeteler mevcut olmasa da, yılların biriktirdiği deneyimler ve ilkeler bize yol gösterecektir. Gemide veya işyerinde örgütlenme faaliyetinin nasıl yürütüleceği uzun ve son derece detaylı bir konudur, ayrıca bir yazının sınırlarını da hayli aşan bir içeriğe ve çeşitliliğe sahiptir. Bu yüzden işin pratik yanına girme şansımız yoktur. Akılda kalması gereken en önemli husus kararlı ve inançlı olduğumuz sürece başaracağımızdan emin olmamız gerektiğidir.
Örgütün deniz çalışanlarının çıkarlarını savunması ve bunu devam ettirebilmesinin bir diğer koşulu da, bağımsız ve demokratik bir işleyişe sahip olmasıdır. Bağımsızlıktan kastımız, “Denizcinin denizciden başka dostu yoktur!” türünden bir yalıtılmışlık değil, ama hem maddi açıdan hem de savunduğumuz politikalar açısından armatörlerden ve onların temsilcilerinden, bu türden örgütlerin ortaya koyduğu anlayışlardan bağımsız olmaktır. Çalışanların ve emekçilerin örgütleri olması gereken nice dernek, vakıf ve sendikada olduğu gibi bürokratik anlayışlardan bağımsız olmaktır.
O bürokrasidir ki, binlerce deniz emekçisinin bin bir fedakârlık ve zorluğa katlanarak yarattığı örgütlerini ele geçirmiş ve tepesine çöreklenmiştir. Bu bürokrasi sayesinde deniz emekçilerinin parasıyla ve desteğiyle hayat bulan örgütler, armatörlerin ve emekçi karşıtı hükümet politikalarının basit birer maşası durumuna gelmişlerdir. Bu kurumlardan bürokrasiyi kovmanın zorluğunu işin içinde olanlar çok iyi bilirler. Öte yandan bizler daha baştan bu tür bir işleyişi ve anlayışı kendi örgütümüzden uzak tutmalıyız.
Şunu iyi bilmeliyiz ki, hiçbir örgüt veya kurum bu konuda şerbetli değildir. Bürokrasinin panzehiri demokrasidir, ama lafta kalan bir demokrasi değil, üyelerin denetimi ve örgütlerine sahip çıkmaları sonucu hayat bulacak gerçek bir demokrasi. Bu açıdan işleyiş son derece önemlidir. Üyelerimiz örgütlenme bilincine sahip olduğu sürece korkulacak bir şey yok demektir. Bu bilince ulaşmak için çaba sarf etmeliyiz.
Genelde örgütlenmek üye olmakla başlayan ve biten bir olgu olarak bilinir. Oysa bir derneğe veya sendikaya üye olmak sadece bir başlangıçtır. Üye olmanın anlamı mücadeleye katılmak üzere gücünü diğerlerinin gücüyle birleştirmektir. Mücadeleden kaçmak veya başkalarının bizim adımıza mücadele etmesi için üye olmuşsak bunun hiçbir anlamı yoktur. Gerçek hayatta bizim adımıza ve yerimize savaşacak “kahramanlar” bulmamız zordur. Üye olduktan sonra da, derneğin faaliyetlerinde yerimizi almalı, fikirler üretmeli, bunların uygulanması için elimizi taşın altına sokmalı, maddi desteğimizi sürdürmeli ve çevremizdekileri de bu örgütlülüğe katmak için çaba sarf etmeliyiz. Hepsinden önemlisi derneğin faaliyetlerini takip etmeli ve denetlemeliyiz.
Derneğin faaliyetlerinde görev almak için illa da “yönetici” olmaya gerek yoktur. Yöneticiler işleri yapan değil koordine eden kişilerdir. İşleri yapacak olanlar yine üyelerdir, yani bizleriz. Bizim anlayışımızda “yönetici” olmak, “koltuk” sahibi olmak anlamına gelmez. “Yönetici” olmak daha fazla sorumluluk almak ve iş yapmak anlamına gelir. Bu açıdan, üyelerinin elinden geldiğince sorumluluk aldığı bir dernekçilik anlayışını yerleştirmek asli görevlerimizden olmalıdır.
Önemli bir başka nokta da, deniz emekçilerinin çıkarlarının uluslararası mücadelenin ve dayanışmanın bir parçası olduğunun unutulmamasıdır.
Hepimizin bildiği gibi denizcilik uluslararası bir sektördür. Armatör cephesinde de gemiadamı cephesinde de durum aynıdır. Bilhassa bugünün koşullarında, yani her şeyin alabildiğine küreselleştiği bir dünyada başka türlü olması da mümkün değildir zaten. Üzerinde çalıştığımız gemide dalgalanan bayrağın çok fazla bir önemi kalmamıştır maalesef. Çünkü Türk bayrağı taşısa da, filomuzdaki gemilerin birçoğu yabancı sermaye ortaklığı ile alınmış veya inşa edilmiştir. Öte yandan artık çoğu armatör gemilerinde, Türk personelin yanı sıra yabancı uyruklu gemiadamlarını da çalıştırmaktadır.
Sorunlarımızın bir kısmı ulusal kaynaklı olsa da, genelde tüm dünyadaki deniz emekçilerinin dertleri ortaktır. Kötü koşullarda ve düşük ücretle çalışanlar sadece Türk denizcileri değildir. Daha da önemlisi sorunlarımızı ulusal temelde çözmenin neredeyse imkânsız olduğu bir sektörde çalışıyoruz. Çünkü çalıştığımız gemilerin hiçbiri senede bir iki ayın dışında Türk limanlarına uğramazlar. Sürekli olarak uluslararası sularda bulunduğumuzdan herhangi bir anda ve durumda bizlere yardım edilebilmesi için farklı ülkelerden emekçi kardeşlerimizle ve onların uluslararası düzeyde örgütlenmiş kurumlarıyla sıkı bir dayanışma içinde olmamız zorunludur.
Bu noktada, eğer varsa milliyetçi önyargılarımızı bir tarafa bırakıp, uluslararası bir camianın parçası olduğumuzu anlamalı ve buna uygun hareket etmeliyiz. İşin ilginç yanı, yurt dışında meydana gelen birçok olayda yabancı gemiadamları veya liman işçileri Türk denizcilerine ellerinden gelen yardımı yapmışlarsa da, Türkiye’de bunun örneği sayılabilecek durumlar maalesef fazlaca yaşanmamıştır. Önümüzde duran görevlerden biri de bunu inşa etmektir.
Tüm diğer sektörlerde olduğu gibi denizcilik alanında da, çalışanlarla işverenlerin arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir çatışma uzun zamandır yaşanıyor ve önümüzdeki süreçte de yaşanmaya devam edecek. Bizler deniz emekçileri olarak, kendi çıkarlarımızın farkına varmalı ve artık sahnedeki yerimizi almalıyız. Ancak sağlam ve güçlü bir örgütlülüğümüz olmadan bunu başarma şansımız yoktur. Böyle bir örgütün yaratılmasında da nasıl bir anlayışla hareket ettiğimizin iyi bilinmesi gerekir. Bu ilk sayımızda ve yazımızda işin bu yönünü biraz deşmeye uğraştık. Ama yolumuz uzun ve dertlerimiz boldur, her seferinde konunun bir başka boyutunu ele almaya devam edeceğiz.