Denizcilikte İnsan Faktörü
Denizcilik sektöründe meydana gelen iş kazaları ve çatışma, karaya oturma, batma vb. gemi kazaları, son yıllarda giderek daha fazla şekilde “insan faktörü” ile açıklanır oldu. Bu tür açıklamalarda çoğu zaman kazanın nedeni olarak kaptanın dikkatsizliği, vardiya zabitinin uykusuzluğu ya da bir gemicinin özensiz davranışı öne çıkarılıyor. Sektör bileşenlerince yapılan seminerlerde, toplantılarda veya akademik çalışmalarda, denizcilikte yaşanan olumsuzluklar sıklıkla ele alınıyor ve sorunların kaynağı her defasında “insan faktörü” ile açıklanıp deniz çalışanları suçlu ilan ediliyor. Ancak bu yaklaşım, denizcilerin içinde bulunduğu zorlu ve yorucu çalışma koşullarını göz ardı edip, sorunu çözümsüz kılmaktan öteye geçmiyor.
Deniz kazalarını yalnızca çalışanların hatalarıyla açıklamak, sorunun kaynağını eksik değerlendirmek anlamına gelir. Uzun vardiyalarla çalışan, haftalarca karaya çıkamayan, personel eksikliği nedeniyle iş yükü artan ve sürekli zihinsel-fiziksel yorgunluk içinde görev yapan denizcilerin hata yapma riski kaçınılmaz biçimde yükseliyor. Ama şu soru es geçiliyor, bunun sorumlusu denizciler midir yoksa bu koşulları yaratanlar mıdır? Gemideki yaşamın doğası gereği sosyal izolasyon, belirsizlik, yoğun sorumluluk ve psikolojik baskı gibi etkenler de bu tabloyu ağırlaştırıyor. Buna rağmen, bir kaza meydana geldiğinde çoğu zaman sistemsel etkenler göz ardı ediliyor, sorumluluk doğrudan çalışanlara yükleniyor. Bu yaklaşım, sadece deniz emekçisini suçlamakla kalmıyor, aynı zamanda sorunların çözümünü de zorlaştırıyor. Çünkü kazaların gerçek nedenlerini göremediğimiz sürece, etkili ve kalıcı önlemler almak mümkün olmayacaktır.
Son yıllarda yaygınlaşan otomasyon sistemleri, yapay zekâ destekli gözetim araçları ve dijital raporlama sistemleri de benzer şekilde değerlendirilmelidir. Bu teknolojiler, denizcilerin iş yükünü azaltmak ve güvenliği artırmak için kullanılabilecekken, ne yazık ki, çoğu zaman daha fazla kontrol, stres ve baskı unsuru haline geliyor. Her hareketin kayıt altına alınması, denizcinin görevine odaklanmak yerine kendini sürekli savunma pozisyonunda hissetmesine yol açıyor. Ayrıca mürettebat sayılarının geçmişe göre ciddi oranda azalmasına rağmen, taşınan yük miktarı ve sefer temposu önemli ölçüde arttı. Bu durum, teknolojinin verimlilik adına kullanıldığı ancak insan gücünün sınırlarının zorlandığı bir tablo ortaya koyuyor. Teknolojik gelişmelerin, çalışanların bilgi, sezgi ve deneyimlerini desteklemek yerine onları yalnızca bir prosedür uygulayıcısına dönüştürmesi, denizcilik mesleğinin niteliğini de olumsuz etkiliyor. Kısacası teknolojik gelişmeler deniz emekçisinin iş yükünü azaltacağına artırıyor, onu daha fazla strese sokuyor…
Bu koşullar altında denizcilerin hata yapma ihtimali kaçınılmaz olarak artarken, yaşanan kazalarda “insan faktörü” söylemine sarılmak ne sektörün gelişimine ne de deniz emniyetine katkı sağlar. Aksine, deniz emekçilerini dışlayan bu yaklaşım hem çözüm yollarını tıkar hem de iş barışına zarar verir. Son yıllarda sektörde yürütülen tartışmaların olumlu anlamda bir noktaya gelememiş olması, olgunlaşamaması bunun açık bir göstergesidir. Denizcilik mesleği hepimizin tecrübe ettiği ve malumu olduğu üzere, bilgi, deneyim, ekip çalışması ve sorumluluk duygusuna dayanan bir meslektir. Teknoloji, bu özellikleri destekleyecek şekilde kullanılmadığında, sadece iş yükünü ve stresi artıran bir araca dönüşür. Bu nedenle sektördeki kazaların azaltılması için yalnızca teknolojik çözümlere değil, denizcilerin çalışma koşullarının düzeltilmesine de ihtiyaç vardır.
Eğer deniz kazalarının önlenmesi isteniyorsa, denizcilerin dinlenme sürelerinin artırılması, görev dağılımının dengelenmesi, yeterli personel istihdamı, ücret ve sosyal hakların iyileştirilmesi gibi yapısal düzenlemeler yapılmalıdır. Gerçek güvenlik, ancak bu tür adımlarla sağlanabilir. Ayrıca, denizcilerin stres ve psikolojik etmenlerden hayati derecede etkilendikleri artık bilinen bir gerçek haline gelmişken, bu tür alanlarda denizcileri desteklemek de kritik önemdedir. Bununla ilgili Uluslararası Taşıma İşçileri Federasyonu’nun (ITF) deniz çalışanları için başlattığı programları desteklemek ve şirket programlarına dahil etmek de yine faydalı olacaktır.
Bu noktada, denizcilerin ruh sağlığı ve genel iyi olma hali (well-being) ile deniz kazaları arasındaki ilişkiyi ortaya koyan çeşitli araştırmalara göz atmak gerçekliğe ışık tutmamıza yardımcı olacaktır. Örneğin, Avustralya Deniz Güvenliği Otoritesi’nin (AMSA) verilerine göre denizcilerin %33’ü yorgun halde göreve başladığını, %40’ı ise 24 saat içinde 6 saatten az uyuduğunu belirtiyor. ITF verilerine göre de kazaların yaklaşık dörtte birinin yorgunlukla ilişkili olduğu tahmin ediliyor. Seafarers’ Happiness Index verilerine göre ise, Q2 2024’te (2024 2. Çeyrek) denizcilerin iş yükü memnuniyeti skoru 6.32/10 olarak ölçülmüştür. Bu skor, uyku eksikliği ve aşırı iş yükünün denizciler üzerinde baskı yarattığını göstermektedir. Q4 2024’te bu memnuniyet skorunun 6.59’a gerilemesi, baskının hâlâ sürdüğünü işaret etmektedir.
Araştırmalar, denizcilerin %28–65 aralığında stres, %34–46 aralığında depresyon, anksiyete ve %51–66 oranında iş kaynaklı psikososyal stres yaşadığını ortaya koyuyor. Bazı gruplarda, özellikle genç denizcilerde yalnızlık hissi ise %30’a kadar ulaşabiliyor. ITF ile Yale Üniversitesi’nin ortak çalışması olan “Out of Sight, Not Out of Mind” adlı araştırmasında ise, denizcilerin %25’inde klinik düzeyde depresyon, %17’sinde anksiyete ve %20’sinde intihar düşünceleri tespit edilmiştir. Tüm bu veriler, kazaların sadece bireysel dikkatsizlik ya da hatayla değil, yoğun iş baskısı, yorgunluk, izolasyon ve psikolojik zorlanmalarla doğrudan ilişkili olduğunu açıkça göstermektedir.
Gelinen noktada, denizcilik sektöründe “insan faktörü” söylemi, dikkatle ele alınması gereken bir yaklaşımdır. Sadece deniz çalışanlarını suçlamak, sorunların temelinde yatan sistemsel nedenleri görünmez kılar. Bu nedenle kazaları konuşurken, yalnızca kim hata yaptı sorusunu değil, neden hata yapıldı sorusunu da sormak gerekir. Elbette hiçbirimiz teknolojik gelişmelere veya bunların gemilerde daha fazla kullanılmasına karşı değiliz. Ama bu teknolojik gelişmelerin sadece kâr odaklı değil, deniz emekçilerinin koşullarının iyileştirilmesi yönlü de ele alınması artık bir zorunluluktur. Aksi takdirde, denizcilik okullarından mezun olmuş gençlerimizin denizde çalışma süresinin ortalama 2,6 yıla düşmesinin de gösterdiği gibi, bir süre sonra gemilerde çalışacak nitelikli işgücü bulunması iyice zorlaşacaktır. Ve “yabancı gemiadamlarını çalıştırır, gemimizi yürütürüz” düşüncesi bir yerden sonra fayda sağlamayacaktır. Denizcilik ancak denizcilerle birlikte gelişebilir. Bu gelişme, onları dışlamakla değil, koşullarını iyileştirmekle mümkün olur.